Merhaba Fakir Yazar Okurları;
Karagöz ve Hacivat’ın hikâyesi çok eskiye dayanır. Anadolu’da ortaya çıktığını sansak da geçmişi Hindistan ve Çin’e kadar dayanır. İran’dan Bursa’ya gelen Şeyh Muhammed Küşterî sayesinde de Anadolu’da öğrenilmiş ve sevilmeye başlanmıştır. Tabii o zamanlarda akşamları sosyal hayatın neredeyse olmadığı düşünülürse sevilmiş olmasına da çok şaşırmamak gerekir.
Anadolu’dan Kıbrıs’a geçmiş olması ve Kıbrıslılarca da sevilmiş olması gayet normal bir durum. Sosyal hayatın olmadığı kırsal bölgelerde halk dört gözle beklermiş Karagöz oynatıcılarını. Sadece Kıbrıslı Türkler değil Rumlar da o kadar sevmiş ki bu oyunu kendileri alıp uyarlamış ve oynatmaya başlamışlar. Zaten şu an birçok ortak kültür ürünü gibi Karagöz ve Hacivat da Türk kültürü mü Rum kültürü mü diye başlamış olan kavgaların arasında sıkışmış durumda. Kıbrıslı bir yönetmen olan Derviş Zaim de bu orta oyunu üzerinden işlemiş Gölgeler ve Suretler filmini. Karagöz ve Hacivat’la başlayan film yine onunla bitmiş. Oyunda bir yandan sürekli didişen ve kavga eden Karagöz ve Hacivat varken Derviş Zaim filminde de bize anlaşamayan iki halkı göstermiş. Tabii kendinden önceki Kıbrıs konulu filmlerin dışına çıkarak yapmış bunu. Yani konu tek taraflı işlenmemiş. Karagöz, cahil, kurnaz ve biraz da kavgacı bir tiptir. Kaba olduğu da söylenebilir. Hacivat ise tam tersi okumuş ve kibar bir kişidir. Ama filmi izleyince hangi karakterin hangi milleti temsil ettiğini anlamak gerçekten çok güç. İki taraf da ortalığı sakinleştirmek isteyen, kan çıkmasını engellemeye çalışan yaşlılara sahipken sürekli silahı elinden düşürmeyip, kan içmek isteyen vampir gibi davranan gençlere sahiptir.
Kıbrıs ve Filmler
Şu an eskisi kadar olmasa da Kıbrıs Barış Harekâtı’nın öncesini ve sonrasını kastediyorum tabii ki iki halk arasında sürekli bir kan davası vardır. İki ülke ayrılırken birçok aile bir parçalarını sınırın diğer tarafında bıraktı. Aslında bu durum biraz da Türkiye-Suriye sınırına da benziyor kan davası durumu hariç. Her bayram Türkiye’den Suriye’ye, Suriye’den de Türkiye’ye geçiliyor vizesiz ve akrabalar buluşuyor. Ama Kıbrıs’ta kuzeyden güneye güneyden kuzeye geçenler vatan haini olarak görülüyordu bir zamanlar. Diğer yarıdaki dostunu, akrabanı görmek, özlem gidermek nasıl bir suç olabilirdi ki ama savaş zamanları o kadar çok kötülükle ve kanla yoğruldu ki ada, insanları suçlamak da bazen yanlış gelebiliyor.
Çamur filminde bu kan davası heykellerle yıkılmaya çalışıldı. Kendi gelemese de eski evine heykeli gidiyordu. İki taraftan da insanlar yaptıklarına pişmanlık duyuyordu. Çünkü savaş zamanı sadece suçlular değil masumlar da öldü, öldürüldü. O anki adrenalin ve intikam duygusuna hâkim olamadı insanlar. Silaha sahip olunca insanlıktan çıkıp canileştiler. Çamur filminde Taner Birsel’in oynadığı karakter sürekli projeler üretmeye çalışıyordu iki halkı da içine alan. Bir bakıma yaptıklarını affettirmeye çalışıyordu. Kameraya itiraf edip kaseti parçalıyordu sonra. Sınırın iki yakasına da heykeller götürüyordu. Aldığı masum canları geri getirmeyecekti ama en azından başka masumlar ölmeyecekti belki ileride. Gölgeler ve Suretler’de de iki taraftan da çobanlar öldürüldü, sürekli oğluna olaylardan uzak durmasını söyleyen ve Türklere yardım eden Anna öldürüldü. Savaş sadece hak edenlerin canını alan bir şey olsaydı zaten adı savaş olmazdı. Daha güzel bir ismi olurdu. Bu iki halk 2004’teki Kıbrıs Referandumu’nda yeniden sınandı ve yine başarılı olamadılar. Yine birleşme hayal oldu. Ne yapılırsa yapılsın, yaşanan trajediler asla unutulmayacak bu çok açık. Şu an bile Avrupa Birliği’ne girmek için Güney Kıbrıs’ın onayına ihtiyaç duyan bir Türkiye Cumhuriyeti var. Ne Türkiye ve KKTC, güneye boyun eğmeye kararlı ne de Güney Kıbrıs, kuzeyin isteklerini kabul etmeye.
Aslında bu durum bana burada düşman olanın halklardan çok siyasiler ve askerler olduğunu da gösteriyor. Gölgeler ve Suretler’de de her şeyi başlatan yozlaşmış bir Rum polisin cinayetiydi. Çamur’da da nöbet tutarken bacağından vuruluyordu Mustafa Uğurlu. Halklar o kadar birbirine benziyor ki yedikleri, içtikleri, oyunları bu kadar aynıyken keşke tek sorun acaba Karagöz ve Hacivat, sarma, dolma, pastırma, kadayıf gibi kültür öğeleri acaba Türklere mi Rumlara mı ait gibi sorular ve cevaplar olsaydı.
Derviş Zaim’in Gözünden İzledik
Derviş Zaim, eski Türk filmlerinde olduğu şekilde bir öç alma peşine düşmemiştir diyebiliriz. Sadece öç almanın her iki taraf için de ölümcül olduğunu, daha çok kayba yol açtığını ve masumların zarar gördüğünü anlatmıştır filmlerinin sonunda. Sezercik’teki gibi sataşan Rum çocuk ve gençler yerine 2 taraftan da savaş naraları atan gençlere yer vermiştir. Tüm Rumları kötüleyip hepsinin EOKA üyesi olduğu gibi bir kanı yaratma peşine düşmemiştir. Her kesimde iyi ve kötü insanlar vardır. Bunu da gayet iyi yansıtmıştır. Sezercik’te olduğu gibi çocuğun tüm Rumları öldürecek bir askere dönüşmesi yerine birbirini anlamaya muhtaç iki halkı betimlemiştir.
Sadece Biraz Empati
Tabii düşününce her ne kadar her şey iyiye gidiyormuş gibi görünse de bazen her zaman bir kara kedi girer ve tüm güzellikler son bulur. Ya kanı deli akan gençler ortaya çıkar ve ateşi körükler ya da bu kara kedi bir mafya olarak betimlenir ve iki halkın ayrılması gibi sevenlerin, dostların ayrılmasına, ölüme neden olur. Aslında olaylar sadece birbirine kırdırılan ve bunun farkında olmayan 2 halkın birbirini yemesinden ibarettir. Çünkü sana bunun propagandasını yaparlar. Beynine kazınana kadar milyonlar harcayıp her yoldan sana ulaşırlar. Bazıları için savaş, yaşamın kaynağıdır.
Nefes almak, su içmek gibidir. Bazıları içinse o beyaz ışığa giden yoldur. Bu propagandalar ve savaş meraklıları yüzünden her sabah merhabalaştığı insanı bir sabah canice vurabilir insanoğlu. Biliyorum Kıbrıs’ta yüzlerce belki de binlerce Türk katledildi. Buradaki objektif bakış açısının anlatmaya çalıştığı şey o insanlar ölmeyi hak etti demek veya Türk düşmanlığı yapmak değil. Sadece Rumları da ötekileştirmeden tarafsızlığa en yakın bakış açısıyla bir hikâyeyi bize sunmak. Gerçekten hiç mi merak etmiyoruz burada olup biteni bilirken karşıda ne olduğunu, İnsanların neler yaşayıp neler hissettiklerini? Kimse kötü bir insan olarak doğmaz. Hayat şartları ve çevre o insanı bu hale getirir. Kendimizde suç aramak istemeyiz hiçbir zaman ama ya biz de bu suçun biraz da olsa bir köşesinden tuttuysak ne olacak? Tekrar geçmişe dönmemek için bunu bilmemiz ve tekrarlamamız gerekmez mi? Empati denen şeyin varlığından bile haberdar olmayan insanların da dünyanın her köşesinde yaşadığını biliyorken iki tarafın gözünden bir hikâyeyi dinlemek gerçekten biraz da olsa rahatlatmaz mı bizi? Az da olsa omuzlarımızdaki o yükü almaz mı? Ben iki filmi de izlerken çok fazla şey öğrendim bu yaşa kadar öğrenemediğim. Zaten sırf bunun için de Derviş Zaim, Rum bir editörle çalışmış Gölgeler ve Suretler filmini yaparken. Tarafsızlık içinde taraflılığa neden olmamak, kendi içinde çelişmemek için.İyilik her zaman bir yolunu bulur. Ruhsar babasına kavuşur ya da Yelda Reynaud’un oynadığı karakterin olduğu gibi her şeye rağmen çocuk sahibi olur. Kim bilir belki de o çocuklar gelecekte var olmasını umduğumuz barışın doğuşunu betimliyordur.
Sonuç olarak…
Şu an adada iki halk da sınırı rahatlıkla geçebiliyor. Asker ve polis baskısı azalmış durumda. En azından halklar arasında büyük bir sorun yok. Siyasi olarak bakıldığındaysa bir çözüm olması çok ütopik bir olay. Kimse tamamen bir barış veya birleşme beklememeli. Hele ki Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı çıkan bir Rum tarafı varken ya da sürekli AİHM’de açılan Kıbrıs davaları sürerken.
Saygılar.
Kürşat Kanepeci.
Film gerçekten güzeldi. Özellikle Mustafa Uğurlu çok sevdiğim oyunculardan biri. Film zaten konu itibariyle çok önemli bir yaraya değiniyor. Derviş Zaim’de ciddi anlamda olay örgüsünü oldukça iyi işlemiş Gölgeler ve Suretler filminde. Bize bu filmi hatırlattığınız için size de ayrı bir teşekkür etmek istiyorum Fakir Yazar. Teşekkürler.